“Dodan’ın ‘Haydar’ yorumunun, Hacı Bektaş Veli Dergâhı’nı yıkıp yerine rezidans inşa etmekten farkı yok!” (Seval Eroğlu)
Bağlama ve ses sanatçısı Seval Eroğlu, O Ses Türkiye’yi eleştirdi.
İTÜ Müzikoloji ve müzik teorisi alnında doktora yapan bağlama ve ses sanatçısı Seval Eroğlu’dan ‘Haydar’ türküsüyle ‘O Ses Türkiye’nin birincisi olan Dodan ve jüri üyelerini eleştirdi. Eroğlu, “Bu eserlerin hiçbir birikimi olmayan insanlar tarafından tahrip edilmesine kimsenin hakkı yoktur; bunun Hacı Bektaş Veli Dergahı’nın yıkılıp, yerine rezidans inşa edilmesinden farkı yoktur” dedi.
Seval Eroğlu’nun, O Ses Türkiye’nin raytinglerde birinci sıraya oturan final gecesiyle de ilgili “Final programında ‘muhteşem performans’ gerçekleştirildiğini sandığınız ‘Haydar’ sizin çekirdek çitletirken muhabbet ettiğiniz arkadaşınız değildir. Haydar, Alevî-Bektaşî geleneğinin kendisidir, var oluş kaynağıdır. Varlığın dâim kılınması için bu felsefî kavram Anadolu’da cem adı verilen inanç ve hukuk sistemine yerleştirilmiştir” sözleri dikkat çekti.
Müzik biliminde kariyer yapan, bağlama ve ses sanatçısı Seval Eroğlu ‘O Ses Türkiye’ yarışma programı, yarışmanın finalisti Dodan’ı ve jürinin sözlerini açık isimlerini vermeden T24’e değerlendirdi. Seval Eroğlu’nun “Halkın Sesi, Mirasa Saygı” başlıklı değerlendirmesi şöyle:
“Müzikle ilgilenmesi ve bir müzik grubu kurması dışında bir bilgi yok”
“Geçtiğimiz günlerde sosyal medyada şu adını anmak istemediğim, adını anarak prim kazandırmayacağım yarışma programı ile ilgili paylaşım yağmuruna tutuldum. Okuyan-okumayan, birikim sahibi olan-olmayan, sosyal-kültürel durum analizi yapabilen-yapamayan birçok kişi, gazete (liberal ve sözüm ona! Sol tandanslı gazeteler) yarışma ile ilgili haberler yayınladılar. Bu haberlerle birlikte yarışmaya âdeta meşruiyet kazandırdılar.
“Yarışmada kaç eser seslendirildiği, X kişinin ne yaptığı, Y kişinin hangi etnik kimlikten olduğu vs. ile ilgili herhangi bir ifadem de olmayacak. Çünkü yarışmayı dikkate değer bulup izlemedim. Paylaşım yağmuruna tutulurken, kitap okuyordum. İşte düşüncelerimi kaleme almaya sebep olan da budur: Müzik bilimi alanına kafa yorarken, ‘Ülkemin kültürel birikimini müzik bilimiyle gelecek kuşaklara nasıl aktarabiliriz’in cevabını ararken; birilerinin bu birikimi talan etme, diğerlerinin ise bu talana alkış tutma cesaretine maruz kalmak. Elbette bu yönlü çürümeden sonra, yarışmada en azından seslendirilen eserlere ve performanslara verilen tepkilere göz attım. Böylece neme lâzım yarışmanın birincisini de görmüş oldum!
“Tiz perdelerde alkış almak amacıyla aşırı oyalanma, dengesiz ve ani çıkışlar”
“Öncelikle bu kişinin müzik birikimini merak ettim. Müzikle ilgilenmesi ve bir müzik grubu kurmasının dışında hiçbir bilgiye rastlamadım. Yani anlayacağınız ‘birikim’ sözcüğü vaziyete sığdırılamayacak kadar geniş bir kavram. Programın içeriğini inceledikçe, ortaya çıkacak malzemenin zaten nasıl olacağını tahmin etmek de zor değil. Performansla sunulan birkaç eser dikkatimi çekti: Vara Vara Vardık Bir Kara Taşa, Çeke Çeke Ben Bu Dertten Ölürüm, Huma Kuşu, Haydar Haydar. Tüm eserlerde birbirine yakın icra biçimi, tiz perdelerde alkış almak amacıyla aşırı oyalanmalar, dengesiz ve ani çıkışlar sebebiyle ortaya çıkan sürtoneler, bağırmalar, hançereyi yerel tavır ve ağız özelliklerine uygun biçimde kullanamama, estetik açıdan uyumsuz mordanlar vs. performanslar neresinden baksanız elinizde kalmakta.
“Hacı Bektaş Veli Dergahı’nın yıkılıp yerine rezidans inşa edilmesinden farkı yoktur”
“Bakın, bu toprakların kültürel, sosyal, tarihi ve siyasal birikimine sahip insanlar için bu programlar gerçekten büyük bir zulümdür. Performansı sunulan eserler bu toprakların binlerce yıllık birikimidir. Halkın ortak değeri olan bu eserlerin hiçbir birikimi olmayan insanlar tarafından tahrip edilmesine hiç kimsenin hakkı yoktur. Bu durumun Hacı Bektaş Veli Dergahı’nın yıkılıp, yerine rezidans inşa edilmesinden farkı yoktur. Bir başka ifadeyle, Dergah’ın yüzlerce yıllık mirasının yok sayılarak; rezidansın havuzunun, otoparkının ‘güzel’ olduğunun savunulmasına benzer. Örneğin, yarışmanın jüri üyelerinden birisi ifadeleriyle bu iddiamızı şöyle kanıtlamaktadır:
“‘… Biz bu türküyü seçene kadar, X’i ikna edene kadar inanın üç-dört saat uğraştık. Ben öncelikle Y’ye (Programda bağlama, elektrobağlama çalan ve geleneksel değerlerin korunması noktasında tarihi görev üstlenmiş olan TRT’ye saz sanatçısı olarak alınan kişi) çok teşekkür etmek istiyorum. Y çok sağol! Bu türküyü senin sayende tanıdık, senin sayende X etkilendi, ondan sonra ben. Z vokal koçumuz. Dördümüz benim odada dün bayağı üç saat X’i ikna etmeye çalıştık. N’olur bak! Çok yakıştı! Lütfen! Ama öğrenemem, bir günde hissetmem lâzım filân derken, biz ona güç verdik, enerji verdik. O kadar güzel söyledin ki, nasıl duygulandım sana anlatamam! Ağzına sağlık!’
“Diğer bir jüri üyesi ise iddiamızı şöyle kanıtlıyor:
“‘Müzik notanın bittiği yerden sonra başlar diye bir lâf var. Bunu kim söylemiş bilmiyorum ama sen bunu yaşayan bir adamsın’
“Düşünsenize, bunca yıllık türkü programda elektrobağlama çalan kişi tarafından öğreniliyor, çok uzun bir süreymiş gibi bir günde belleğe alınıyor, teknik açıdan herhangi bir ihtiyaca gerek duyulmaksızın, enerji yöntemiyle tahribat başarıyla sonuçlanıyor. Aynı program düzeninin içerisinde diğer jüri üyesi kaynağını bilmediği bir sözü, yaptıklarını onaylarcasına ortaya atıyor: Müzik notanın bittiği yerden sonra başlar. Tamam ama, notaya daha uğramamışlar ki, sonrasına geçsinler. Bunca yıllık Halk Müziği geleneğini programlarında bağlama çalan kişiden öğrenmişler. Bir günlük performanslar, bir günlük insanlar…Türkülerdeki vaziyetleri buysa, evrensel felsefeyi oluşturan deyiş ve nefesleri nasıl anlamalarını bekleriz.
“Abdal Pir Sultan’a aitmiş hissi verilen bu sözleri kime yutturuyorlar”
“Sözgelimi X kişinin ‘Çeke Çeke Ben Bu Dertten Ölürüm’ isimli sözleri Abdal Pir Sultan’a ait olan deyişin performansını incelediğimde müzikâl kısmı bir tarafa (zaten bir tarafa bırakılmayacak gibi değil) arada Abdal Pir Sultan mahlasını taşıyan ama kendisine ait olmayan, adını koyamadığım, 8’li ya da 11’li koşma kafiyesinin dışında, ortaya karışık, anlamsal bütünlükten yoksun sözlerin serbest ritimli olarak icra edildiği görülüyor. Şöyle ki: Abdal Pir Sultan’ım şu dünyayı gezer, Sorun bir dervişe anlatsın şu âlemi, Yar Hüdadır o kıble içinde Pir Sultan Abdal deyu
“Abdal Pir Sultan’a aitmiş hissi verilen bu sözleri kime yutturuyorlar? Hiç araştırmayan, okumayan, kültürüne sahip çıktığını zanneden, farkındalığı gelişmeyen, ..99’a kısa mesajla tarihi yıkıma katkı sunan, birincilikleri de marifetmiş gibi haber yapan insanlara.
“Her ne kadar geleneği muhafaza etme amacıyla kurulan kurum ve kuruluşlar günümüzde popüler kültür sevdasıyla yanıp tutuşsalar da, geçmişini omzuna alıp, geleceğe aktarma gayretine sahip bizlerin kültürel ve inançsal değerlerin metalaşmasına neden olan bu insanlara verilecek bir cevabı var. Anamızın, atamızın mirası sahipsiz değil! O halde, siyasî duruşları fark etmeksizin koca koca haberleriyle saçmalıklarına maruz kaldığımız yayın organları da sözlerimizi kulaklarına küpe etsinler!
“‘Haydar’ sizin çekirdek çitletirken muhabbet ettiğiniz arkadaşınız değildir”
“Final programında ‘muhteşem performans’ gerçekleştirildiğini sandığınız ‘Haydar’ sizin çekirdek çitletirken muhabbet ettiğiniz arkadaşınız değildir. Haydar, Alevî-Bektaşî geleneğinin kendisidir, var oluş kaynağıdır. Varlığın dâim kılınması için bu felsefî kavram Anadolu’da cem adı verilen inanç ve hukuk sistemine yerleştirilmiştir. Dolayısıyla bu kavramın oluşumu, dolaşımı, sanat eserine aktarılması da üç-beş günde olmamıştır. Üç-beş günde, ‘Ben yaptım, oldu’ iddiasıyla icra etmek, performansı görsel bir şölene dönüştürerek anlamın içini boşaltmak kimsenin haddine de değildir. Nitekim, sözleri Âşık Sıdkî Baba’ya ait olan ‘Haydar Haydar’ı ömrünü adamak suretiyle müzikâl ifade biçimine dönüştüren Ali Ekber Çiçek eserin sırrını şöyle açıklamaktadır: ‘Haydar Haydar’ı ben bir stüdyo gibi ev yapmıştım, bir oda yapmıştım evimde ve dört saat radyoda vazifeden sonra evime gidiyordum, o odaya çekiliyordum. Orada gece saat dörtlere kadar gözyaşlarımla, uykusuzluğumla, motif motif çalıştım öyle ve üç sene ben onu bir yemek gibi, böyle yemeğin başında, tencerenin başında bekleyen, yemeği pişiren bir aşçı gibi, onu öyle pişirdim” (Belgesel, Röportaj: Haydar Haydar’ın Sırrı-TRT 2).
“Görüldüğü üzere, Ali Ekber Çiçek bu eseri inzivaya çekilerek, Haydar’ı düşleyerek, eserin anlamını özümseyerek ve en önemlisi Alevi-Bektaşî öğretisinde yer alan ‘benliğini fethetme’ arzusuyla bestelemiştir. Eser ve icrası anlamına uygun olarak dinleyiciyi/izleyiciyi fethetmek amacıyla değil, kişinin kendisini fethetmek amacıyla gerçekleştirilmektedir. Yani, eserin anlamını, öğretisini bilen icracı Ali Ekber Çiçek’in de yaptığı gibi kendisini kanıtlama ve alkış toplama gayreti içine girmez.
Bu yol erenlerindir, yolu doğru sürenlerindir!